Haftanın bitmesine bir günden az kaldı. Bazı haftaların nasıl geçtiğini anlamıyorum, havanın güzel oluşunun zamanı hızlandırmaya bir etkisi var sanırım. Sabah kahvesini içtim. Az sonra yazının ortalarına doğru bir kahve daha hazırlarım kendime. Şöyle hafif olanından. Sabahları sert kahve içiyorum. Öğlenden sonraki kahvelerim daha hafif. Şimdilerde favorim nespressonun vanilya aromalı kahvesi. Neden nespresso? Çünkü evi ofise çevirdiğimizde bir kahve makinesi almanın zamanı geldi dedim ve nespressodan bir kahve makinesi aldım. Bu güne kadar da beni hiç pişman etmedi. Her seferinde evi mis gibi kahve kokutması da cabası.
Bu hafta hava güzel olduğu için - aslında 6,7 derece - sabahları erkenden yürüyüşe çıktım. Saatleri bir saat geri aldık almasına da ben henüz alışamadım. Saat altı olunca uyanıyorum. Bir iki saat sabah işlerini toparlayıp, mesaiye başlamadan önce soluğu parklarda alıyorum. Öyle güzel ki. Geçen gün sincapları takip etmekten ve ağaç altlarında mantar aramaktan yürüyüşümü tamamlayamadım. Sincaplar kaçtığı fotoğrafı yok ama mantarlar öyle mi?
Sonbahar bu şehire çok yakışıyor. Rengarenk yapraklar yavaş yavaş dökülüyor. Sarının her tonu etrafa hakim. Sislerin arasından sabah güneşi doğuyor. Gel de sevme. Bazen yürüyüşümü birkaç fotoğraf karesi için bölüyorum. Böylelikle bloga koyulacak fotoğraflar birer birer artıyor telefonumda. İşte onlardan birkaçını da buraya bırakıyorum.
Sosyal hayatın sekteye uğradığı bu dönemde iki yol vardı önümde. Ya kendimi mutfağa adayıp, bir ay parçası olacaktım ya da sporla kafayı bozacaktım. Ben ikincisi seçtim. Bu aslında bir nevi kendimi oyalama yöntemim. Her gün pasta börek yapmak yerine egzersiz yapıyorum. En son bana ağırlık lazım dedim ve sipariş verdim. Evin bir köşesinde mikro bir spor salonu oluşmaya başlıyor.
Beden sağlığı önemli tabii ama ilk önce ruh sağlığı. O bozuldu mu toparlaması zor. Yoksa kilo alıp vermek mesele değil. Geçen haftaydı sanırım bir iki gece kaygı bozukluğu nam-ı diğer anksiyete yaşadım. Aman pek bir sevimsizdi. Neyse ki uzun sürmedi. Şimdi saat on otuz dedin mi göz kapalarım ağırlaşıyor, birkaç sayfa kitap okumak niyetiyle yatağıma uzanıyorum ve bir sayfa bile okumadan uykuya dalıyorum.
Kitap okumalarımı aksatmadım tabii. Gece yatarken değil de genelde sabah ve mesaiden sonra okuyorum. Bu aralar pek keyifli kitaplar okuyorum. Kahve ile ilgili bir kitap var. İçinden notlar çıkardığım. Kitap bitsin öğrendiklerimi ve hoşuma giden kısımlarını derleyip bir yazı yazacağım.
Kitap yurdundan sipariş ettiğim kitaplar henüz gelmedi. Gelse de şöyle sayfaları çevire çevire kitap okusam yeniden. Şimdi tembellikten kitapları kindle da atmıyorum. Bilgisayardan okuyorum. Bilgisayar göz bozar, evet evet biliyorum lakin günün sekiz saatini bilgisayarda çalışarak geçiren biri için fazladan iki saatin lafı olmaz.
İki saat dedim de aklıma bu hafta her akşam neredeyse iki saat oyun oynadığım gerçeği geldi. Diablo tarzı bir oyuna başladık. Şimdilik akşamları dizi izlemek yerine bizi oyalıyor. İzlenecek güzel dizi de bulamadık açıkcası. Biz de böyle elma misali, yuvarlanıp gidiyoruz. Bu nasıl bir benzetme demeyin. Polonya elması ile meşhur ve şu sıralar marketlerin sebze meyve reyonları elmalar ile dolup taşıyor. Elma sudan ucuz. Ne zaman o reyona gitsem sürüden ayrılan ve bağımsızlığı ilan edip yerde yuvarlanan bir elmaya denk geliyorum.
Şimdi kendime bir kahve yapma zamanı. Bu da yazının sonlarına geldiğimin göstergesi. Ben kahvemi yudumlarken, yazı için bir görsel bulma çabasında olacağım. Sonrasında da yazı sizlerle buluşacak. Damakta kalan güzel kahve aromasıyla klasikleşen kapanışı yapma vakti.
Bir sonraki kahve bahane yazısında görüşünceye kadar şen ve esen kalın.
✄----------------------------------------------------------------------