Kahve bahanede bugün ilklerin günü. İlk defa bloggerin yeni ara yüzünü kullanarak bir yazı yazıyorum. Daha önce çizim yaparken dinlediğim müzik listemi dinliyorum. Masada da kahve yerine bol limonlu çay var.
Sosyal medya hesaplarımda hunharca paylaşım yapmayı bıraktım. Bir baktım ki yazacak şeyler birikiyor. Demek ki blogların katili sosyal medyaymış. Oralarda, yaşadıklarımızı anında paylaşıp tüketiyoruz. Bloga yazacak bir şey kalmıyor.
Polonya'ya sonbahar geldi. Bu sene yaprakların renk değiştirdiklerine tanıklık edemiyorum. Müsebbibi ise evden çalışıyor olmam. Bu konu da şikayetim yok aslında. Sadece bazen kendimi kaptırıp mesai saatlerini unutuyorum. Bir bakıyorum ki sekiz saatten fazladır masa başındayım. Neredeyse, evden dışarı alışveriş yapmak dışında çıkmıyorum. Havalar soğuduğu için sabah yürüyüşlerimi de askıya aldım. Ama evde spor yapmaya devam ediyorum. Anlayacağınız tam bir ev kuşu oldum.
Telefonu elimden bırakınca bir baktım ki harıl harıl kitap okumaya başlamışım. Eskiden de okuyordum da şimdi daha fazla vakit harcıyorum. Devamlı defter alıp kullanmaya kıyamıyorum. En sonunda birine kıydım ve kendime alıntılar defteri yaptım. Uzunca bir süredir aklımda Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran-ı Kerim'i okumak vardı. Bu uzun kış gecelerinde bu dörtlüyü okuyacağım. Tabii araya daha kısa okumalar da serpiştireceğim. Bu sene hedefim 55 kitap okumaktı. 45 kitap ile hedefe pek yaklaştım.
Bugün ilklerin günü demiştim ya bak şimdi aklıma geldi. Bugün ilk defa 2,5 litre su içtim. Ben ki günde bir bardak suyu zor içen insan evladıyım. Bunun benim için nasıl bir başarı olduğunu varın siz düşünün. Her on beş dakikada bir tuvalete gitmemi saymazsak bir sorun yok. Hatta içtikçe içesim de geliyor. Enteresan.
Enteresan demişken, bir önceki kahve bahane yazısında yazmayı unuttuğum ilginç bir anımı kaybolup gitmemesi adına yazmak istiyorum. Ballandıra ballandıra anlattığım tatilde komik bir olayla karşılaştık. Her şey sıcak bir öğlenden sonra, gözümüze kestirdiğimiz bir zirveye doğru emin adımlarla ilerlerken, manzarası güzel olan bir yamaçta soluklanmak için durmamızla başladı. Biz alabildiğine yeşil olan dağları izlerken yanımızda geçmekte olan Polonya'lı bir beyin (Yaklaşık 65 yaşlarındaydı ve 300 metre tırmanışının yarısındaydı kendisi) dzien dobry demesiyle kendimize geldik ve vermiş olduğu selama karşılık vermekte gecikmedik. Sanırım çok güzel dzien dobry demiş olmalıyız ki, bize Lehçe ne kadar daha yolumuzun kaldığı sordu. Biz Lehçeyi az bildiğimizi söyledik. Ve yolun ortasındayız dedik. Beybabaya İngilizce bilip bilmediğini sorduk. Bilmediğini ama Almanca, Çekçe ve Rusça bildiğini söyledi. Biz de o dilleri bilmediğimiz söyleyince ortamda otuz saniye kadar bir sessiz oldu. Sessizliği yine Lehçe olarak sorduğu nerelisiniz soru kalıbı bozdu. Biz de Türküz dedik. Beybaba bu sefer 15 saniye kadar durakladı ve bize Türkçe " merhaba, nasılsın? " demez mi? Bizde ki şaşkınlık tam anlamıyla geçmemişken bu sefer yanına grubun diğer üyeleri geldi. İki tatlı teyze ve bir beybaba daha. Onlara çabucak bizim Türk olduğumuzu söyleyen esas beybaba son hamlesini yaptı ve bizi şoka uğratacak o cümleyi kurdu. " Şükrü adamı hasta etme!"
Zakopane'de bir dağın zirvesine tırmanırken duyabileceğim en son ve en saçma kelime kalıbını duydum. İki tatlı teyzeden biri türk dizileri izlediğini söyledi. Beybaba cümleyi doğru kurmanın gazıyla ellerini iki yana açıp daha yüksek sesle repliğini tekrar ederken biz şaşkınlık içinde bakakaldık. Gülüşmeler sonrası güzel dileklerimizi birbirimize sunup yolumuza devam etti.
Kim mi bu Şükrü? İnanın hiçbir fikrim yok.